Dil; insanın mülk olarak sonradan edindiği bir mal değildir. O, insanın tarihsel olarak mümkün olabilmesinin tek imkanı olarak insanın özündedir. Ancak, bu özün gerçekleştirilmeye ihtiyacı vardır.-Yani sahip çıkılmasına, tanıklığa; tarih sahnesinde olma ihtiyacına sadece dille sahip çıkabilir. O, insanın öz olarak kapalı kalmasının da, kapalılık olarak açığa çıkmasının da imkanıdır, bu yüzden de tehlikelidir: Böyle bir dil insanın dünyayla bağını kurar. Tarih dünyanın ağır bastığı yerde vardır. Demek ki, dil, insanın tarihsel olarak var olabilmesinin imkanı olarak ve bu âçıdan tehlikeli bir mülktür.

Hölderlin'in "Hiç usanmamış uzlaştırıcı" diye, başlayan ve yine bitmemiş çalışmaları içinde yer alan uzun ve karmaşık şiir taslağından (3) hareketle Heidegger, insanın bir söyleşi olmasıyla Hölderlin'in ne kastettiğini, kendi görüşlerinin bileşimiyle ifade etmektedir. Ona göre, Hölderlin'in kastettiği şudur: İnsanların varlığı söz,içre temellenmiştir; ama insanlar söyleşi ile varlık temelini kazanır; dil de söyleşi olarak özdendir. Söyleşi ve onun birliği bizim varoluşumuzu taşır. "Biz bir söyleşiyiz" demek Heidegger'e göre "biz birbirimizi işitebiliriz" demektir. Yine ona göre, söyleşi ve işitme boyutuyla varolma zamanı gerektirir: Zaman ise, dilin varlığın diline uymasıyla ortaya çıkar. Öncelik dilde, bu özün sözde ve işitmede gerçekleşmesindedir. Ancak o zaman biz vardır: Tüm bu açıklamalara rağmen, yine de şu sorunun cevabı eksik kalır; "önüne katıp herşeyi sürükleyip yok eden, yutan zamandaki kalıcı olanı kim' kavrayıp söz içine temellendirmiş ve zamanı açılıp, yayılan bir zamân kılmıştır?" Heidegger'e göre bu sorunun cevabını Hölderlin "Anımsama" şiirinin sonunda vermektedir: "Fakat kalıcı olanı ozanlar kurar". Hölderlin'e göre "Göklü herşey çabucak geçer" ve "emanet edilir ozanların bakım ve hizmetine".

Ozanın söz içre yaptığının açıkça ne olduğu sorusuna Heidegger'in getirdiği yorum ise şöyledir: Ozan, tanrılara ve nesnelere ad bulmaz, o özden gelen sözü konuşan olarak varolanda öz olanı görür ve adlandırır; böylece o varolan bilinir kılınır. Buna göre diyebiliriz ki, şiir varlığın sözle kurulmasıdır. İşte Heidegger'e göre de bu kurma ozanca bir kurmadır ve ozanın sözü özgürce verine anlamında kurmadır; insan varoluşunun temeli üstüne sağlamca oturma anlamında kurmadır. Bu içeriklere dayanarak, Heidegger'in ve Hölderlin'in ozan, dil ve kurma kavramlarını nasıl içeriklendirmeye çalıştıklarını görebiliriz ve diyebiliriz ki, şiirin özünü varlığın sözle kurulmasıdır.

Şiir hakkında yapılan bu yorumlara bakarak, şiirin aslında yurda dönüş çağrısı yapan, bir kez dile geldiğinde ise zamaııda/zamanla/zaman olarak sürekli yinelenen ve sadece duyan kulaklar için yakılmış bir türkü olduğunu söyleyebiliriz. Heidegger'in bu yorumu onaylayabileceğini şu satırlarına bakarak söylenebilir gibi görünmektedir: "şiir varolana eşlik eden bir süs, gelgeç bir coşku, eğlence ve heves değildir. Şiir, tarihi taşıyan temeldir; ama kültürün görünümü, dile gelişi değildir. Şiir, içinde doğduğu kültürün yansıtıcısı değil, tarihin ve zamanın yâratıcısı ve taşıyıcısı olarak hep önce ve sonraya açılan, yöreselden uzakta, belli bir amaç için var kılınan bir dildir.

Heidegger, şiirin eylem alanının dil olduğunu, şiirin özünü dilin özüyle birlikte düşünüp, varoluşun ve bütün nesnelerin özünün kurucusu olarak adlandırmak gerektiğini ifade ettikten sonra, artık şiire öz alanında daha yakından bakabilecek malzemeye sahip olduğumuzu düşünür. Bu malzemelerden biri de, şiirin, dili hazır malzeme olarak kullanmadığı, aksine onu mümkün kıldığıdır. İşte bu yüzden de şiiri anlama çabasının yönü beklenenin ya da bilinenin aksine olmalıdır: "Şiir tarihsel bir halkın ilkel dilidir, ilkel dil, varlığın kurulması olan şiirdir. Öyleyse şiirin özünü dilin özünden değil, dilin özünü şiirin özünden anlama çabası daha uygun olur". Bunun için ise, sanat eserleriyle yüzyüze gelmek ve onlarda hakiki olanı görme çabası içinde olunmalıdır.

Böyle bir istikamet değişimin baş döndürücü bir hızla gerçekleştiği çağımızda unutulan insanı; tüm onu kuşatanların ortasındaki özde "öz" olarak görmemizi sağlayabilir. bu, ozaııea üreten sanatçıların eserleriyle sanatın var kılındığı alanı görmek ve eserleri Heidegger'in kastettiği anlamda koruma altına almakla mümkün görünmektedir. Diyebiliriz ki, sanat eseriyle karşılaşmak insanla karşılaşma ise, bu karşılaşma neye, nasıl ve neden bakılabileceğini bilgisel bir etkinlik olarak gösterebilen, kişilerin eğitilmesini talep eden kurumlarda, olabildiğince erken yaşlarda ele alınasıyla gerçekleştirilebilir.

Yoksa sanat sadece bir tür pazarda, estetik olanın pazarlandığı, insanı göstermeyi değil taleplerini biçimlendirmeyi amaçlayan pazarcıların satış alanı olarak kalabilir. Tüm bunları söyleyebilmek için sanat adına olan bitene; sanat eseri, sanatçı diye ortaya çıkana ve sanat adına, onun için yapılanlara bakmak yeterli olacaktır.

Bu sonuç, Heidegger'in de vardığı bir sonuç mudur? sorusuna, bir yere kadar evet, cevabını vermek mümkündür. Bu yer ise insan; sanat, dil ilişkisinin gösterildiği, öneminin ve problemlerin vurgulandığı yerdir.

Nasıl olacağı sorusunun cevabını ise Heidegger'in işaret ettiği problemi gören ve metni.dil bağlamında inceleyerek yürüyen, Heidegger'in kendi görüşlerinde sonra ulaşmasını engelleyen noktayı görüp, onun hesap etmediği etik ve değer felsefesine dayanarak açtığı yolda yürüyen, günümüzde birkaç düşünür ve farklı açıklama tarzlarında buluyoruz.

Bir sanat eseri,,kendi türünde bir dile sahip; kendinde bir bütünlük ise, o halde her bir eser kendi dili içinde incelenmelidir görüşünden hareket edenler bir eseri anlamak için onu dil açısından incelemenin yeterli, olacağını söyler. Okuma Uğraşı kitabında Akşit Göktürk, bir eseri anlama yolları üzerine yaptığı incelemede böyle bir savın aldığı yolu ve gelip tıkandığı noktayı göstermeye çalışmıştır: Ona göre sanat belli türden bilgileri bulgulayan ve ileten iletişim, dilin bütünü üstüne kurulan kendine özgü bir dildir. Bir iletişim aracı olarak dili olan eser, eser olabilmesini bir sanat tarzının içinde yer alarak kazanır. Yazın dili değişen insanlık durumunu dile getirirken, dilin gündelik kullanımlarındaki anlamlardan uzaklaşır, iletişimini doğal dilin bütünü, dil içindeki değişik diller, bir de öteden beri süregelen yazınsal anlatım örgüleri üstüne kurulur, ama bunların hepsini belli ilkelerle birleştirerek, gerçek değil kurmaca bir dünyayı sunmaya yönelir. Böyle tanımlanan bir yazın yapıtı nasıl anlaşılmalı, bunun için de nasıl okunmalı sorusuna hem geleneksel yaklaşımları hem de günümüzdeki yaklaşımları örnek veren Göktürk, yazınsal okuma etkinliğinin iki yönü olduğunu belirterek ,

Birinci yön, metin içi doğrultusudur, bütün metiniçi dilsel ögelerin ilişkilerini kapsar. İkinci yön ise metindışı doğrultuludur, yapıtın içinde oluştuğu toplumsal tarihsel bağlamı, bir de okurun geçmişini, şimdisini, bütün bir yaşantı birikimini kapsar, okuma ediminin bu iki yönüyle, yazın yaşamı, yaşam da yazını sürekli etkiler, demektedir.

Kitabın bütününe baktığımızda, çeşitli tarzlarda karşımıza çıkan yazılı metinleri doğru anlayabilmek için onların farklı okumaları gerektirdiği anlamaktayız. Böyle bir bakış için yazınsal metni nasıl okumamız gerektiğine ilişkin önemli ip uçları vermekte, ancak bir eseri okumayı bilmekle onu değerlendirme -değerini gösterme- arasında nasıl bir ilişki olduğu ortaya konmamaktadır. Değerlendirme eksik kaldığı zaman da her bir yazılı eser başka başka kişiler için beğendim, beğenmedim yargısına açık olabilecektir. Oysa, sanata ilişkin tüm açıklamalar onun insan ve dünya ilişkisine ilişkin bilgisel bir etkinlik olduğunu göstermektedir. Bazı değer yargıları edinmek ise bu bağı kuramadığımızın işareti olsa gerek diye düşünülebilir: İşte böyle bir noktada, yani doğru bir değerlendirmenin gerekliliğine ilişkin noktada, bizi bundan alıkoyanın antropolojiye dayanmayan açıklamalar olduğunu söylemek mümkündür.

Ancak, günümüzde Ioania Kuçuradi gibi birkaç büyük düşünür bu yoldan yürümekte, değerlendirme etkinliğinin insanla bağını vurgulamakta ve değer, etik bilgisi olmaksızın bir eserin' doğru bir değerlendirmesinin yapılamayacağını belirtmektedir. Sayıları az da olsa, bu düşünürler, bizim sanatla doğru bir ilişki kurmamızın yollarını ve imkanlarını göstermektedir.

KAYNAKLAR

1- Aristoteles. Poetika. (Çev. İsmail Tunalı), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1987.

2- Göktürk, Akşit, Okuma Uğraşı. İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1979.

3- Hegel, G.W Friedrich. Estetik Üzeriııe Dersler: (Çev: Nejat Bozkurt) Seçilmiş Parçalar, 

     İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986.

4- Heidegger, Martin. The Origin of ıhe Work of Art. (Translated by: Albert Hofstadter),

     Pneııy, Gcıırguage, Tlıouglıt. New York: Harper & Row, 1971 .

5- Heidegger, Martin. Hölderlin ve ,Şiirin Özü. (Çev. Turan Oflazoğlu); Çeviri Dergisi,

     İstanbul: Kültür Bakanlığı Yay., 1979.

6- Kuçuradi, Ioanna. İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 1998.

7- Mengüşoğlu, Takiyettin. Felsefeye Giriş, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983.

    Felsefe Tartışmaları 27. Kitap- Panoroma Yayınları.Ağustos 2000

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.